ÖMER KAYA
  Nizam-ı Alem Ülküsü...
 
Nizamialem Ülküsü... Türk milletinin iç ve dış oluşumuna, dilinin zenginleşmesine ve dolayısıyla edebiyatına, düşüncesine, sosyal ve siyasî müesseselerine ve dünya görüşüne bin yıldan beri İslâm şekil vermektedir. Cumhuriyet inkılâplarının başlattığı Batılılaşma eksenindeki değişme hareketi, Türk milletinin tarifi ve kurulacak sistemin alâmet-i farikası üzerine onlarca çeşit tez atılmasına kaynak teşkil etmişti. Öyle ki, resmî ideoloji Kemalizm yahut Altı Ok, resmîleştirdiği Batılı kalıplar içerisinde "Türkçü-üniter" devlet yapısını oturtana dek zihniyet ve tarih ilmi bakımından kafası ve uygulaması bir hayli karışıktı. Millî mücadeleden sonra üzerine oturdukları ve zabturabt altına aldıkları müslüman milleti "muasır Batı" seviyesine yükseltmek için "örümcekli mâzi"siyle irtibatını kesmek, ilk hayırlı(!) işlerdendi. Böylece mâzisi irtica ve karanlıklarla dolu olduğu iddia edilen Din-i Mübin-i İslâm üzre Kurtuluş Harbi’nden çıkmış milleti, laik bir Atatürkçü Türk Milliyetçiliği ile telif ederek, Batılılaşma yörüngesine sokmuşlardı. Bugün yetmişküsür yıllık resmî Batılılaşma sürecine alternatif olarak, bin yıllık müslüman tarihinden terkiblerle donanmış bir çok yerli hareketlerin atak yaptığı bu ülke, yarı yolda resmîleşenlere, sırf cemaat yapısıyla kalıp düşünce ve siyaset alanlarında iştigal etmeyenlere ve yalnızca millî ve İslâmî bir eğitim gayesi taşıyıp dünya görüşü, olmayan gruplara sahne olmaktadır. Nizam-ı Âlem düşüncesi de, bu sürecin içinde doğruyu, yerliyi sürdürmek isteyen bir hareketin bu millet adına oluşturmak istediği dünya görüşünün adıdır. Nizam-ı Âlem hareketinin doğmasına sebeb olan faktörler farklılıklardır. Kendine ülkücü dediği halde bazı insanlar farklı bir metodun zaruretini ortaya koydular. Çünkü, cüz-i irade yaptığı değerlendirmede bu neticeyi önlerine getiriyordu. Başkalarının dümen suyuna girerek birşey yapılmayacağını, düzenin bütün icaplarına uyarak alternatif olunamayacağını imanda ve ihlasta en küçük bir ayrılığı olmayan insaların yalnızca metodlarının farklılığından dolayı hasım görülemeyeceğini, kardeşlerimizin katillerine methiyeler dizip iktidar nimetlerinden faydalanmakla hizmette bulunulamayacağını, Türkiye’nin kaderine hükmedecek bir itifakı şahsi meseleler uğruna bozarak mü’minlerin ittihadına engel olmanın hiçbir dava ile bağdaşmayacağını gören bazı insanlar farlı bir metodun zaruretini idrak ettiler. Çünkü tekamül olmadan hizmet olmazdı ve her ne hikmetse bir türlü tekamül edilemiyordu. Ayrıca sürüp gelen ülkücülüğün leik ve Türkçü söylemle buluşması ve dün karşı çıkılan herşeyi meşru kılmasıyla, ölçülerinde ve ahdlerinde sadık olanlar için yol ayrımına gelinmişti. İşte bu sebeblerle yeni bir metod ve arkasından vicdanen müsterih bir kadro teşekkül etti. İslâm’ın cevaz verdiği ölçüde milliyetçilik yapılanmasına ve millîlik anlayışının İslâmî zeminde ifade edilmesi gerektiğine, ayrıca devlet ve millet gibi temel kavramların bin yıllık tabiî, kültürel akış içinde yeniden yorumlanmasına karar verenler, Altı Ok’la buluşan ülkücülükten mahiyet olarak ayrılmış ve Nizam-ı Âlem Ülkücülüğü yahut Alperenliği çatısında toplanmışlardır. Allah (C.C.) indinde sahip olunan mesuliyetleri yerine getirmek için ileri gitmenin başka bir yolu var mıydı? Zerre kadar tavize müsamahası olmayan bir davada, dağlar kadar taviz verilerek bir yere varmak mümkün müydü? Herşeyden önce taşınılan fikir, Nizam-ı Âlem Ülküsü olunca, risk, mesuliyet, ilmî zemin ve derinleşme gibi vasıf ve görevleri beraberinde getirmektedir. Osmanlı bakayası bir Türkiye’de "Nizam-ı Âlem" (Cihan düzeni), "İ’lây-ı Kelimetullah" gibi Allah’ın adından neş’et eden her bir kavramı, oluşu ve dolayısıyla İslâm’ı önce kendi vatanından başlamak üzre yeryüzüne yaymak amel ve cihadıyla yola çıkmaya soyunmanın "büyüklüğünü" ve zorluğunu anlamak bile bu yolda atılan bir adım olacaktır. Unutulmamalıdır ki, şahısların hiç bir önemi olamaz. Şahıslar, insan olmanın şerefine lâyık oldukları müddetçe baştacı edilirler. Ama gaye edilemezler. İnsan olarak herkesin mesuliyetinin aynı ölçüde olduğu bir yerde, herkes kendi hesabını eksiksiz verebilmenin kaygısını taşımalıdır. Ortak tavırlar da teşkilatı meydana getirir. Ama herkes kendine cenneti garantilemiş gibi, birilerinin hesabına çalışırsa ortada ne dava kalır, ne de mücadele. Allah (C.C.)’ ın kullarına açtığı rahmet kapılarından biri de, böylesine ulvi davalara hizmet etmek imkânıdır. Evet, hizmet etmektir yapılması gereken; Hizmetcilik, himetkârlık. Asla, efendilik değil. Çünkü Allah (C.C.) yolunda ancak hizmetkar olunur, o da layık olunursa. Maazallah, efendilik iddiası şirktir, küfürdür. İnsanoğlu uğraşır, çabalar, aç kalır, uykusuz kalır ama asla neticeyi takdir edemez. O takdir Cenab-ı Hakk’a aittir. Esasen, kulların neticeyle ilgili mesuliyetleri de yoktur. Kulu ilgilendiren sadece gayrettir, samimiyettir. Nizam-ı Âlem davası, bir rahmet kapısı olarak görülünce, mahiyeti ortaya çıkar. Allah-u Azimüşşan, kullarını imtihan için bu dünyaya göndermiştir. İmtihan, O (C.C.)’un emirlerine ve yasaklarına uymak ve belirlediği hedeflere yürümekle verilir. İşte ülkücü de, başarmaya gücü asla yetmese de, Nizam-ı Âlem’e yürümekle mükellef olduğunu idrak eden kuldur. Çünkü, mükellefiyet, başarma hususunda değil, başarmaya çalışmak hususundadır; İslâm’dan zerre kadar ayrılmadan, ütopik saplantılara batmadan, şuurlu, akıllı, kararlı, sabırlı ve doğru metodlarla. Karınca misali, varamasa da yolunda ölmecesine. Herkes kendine nasip edilen miktarınca mesuldür. Okumamış yazmamış, dinlememiş duymamış, köyünden dışarı çıkmamış, çoluk çocuğunun rızkını kazanmaktan başka bir dava tanımamış bir insandan, bizim anladığımız mânâda Nizam-ı Âlem’e hizmet beklemek abesle iştigaldir. O insanın Allah (C.C.) indindeki mesuliyetleri ancak kendi dünyası içinde gördüklerinden, yaşadıklarındandır. Fakat, herşeyin farkında olup da, bu mesuliyeti görmezlikten gelmek de, Allah (C.C.) bilir ya, mel’unluğun ta kendisidir. Bu ülkede ben müslümanım diyen insanlar artık Millî Şef döneminde yaşamıyor ki, dinin ne olduğunu bilmesin. Kur’an-ı ve Sünnet’i, helal ve haramı artık insanımız biliyor. Ve bilmeyenler de öğreniyor. Taklidî de olsa iman sahibi ise doğruya varıyor. Dün içinde yer aldığımız ülkücü camia ve oradaki arkadaşlarımızla şimdi bizi yani Nizam-ı Âlem Ülkücülerini ayıran fark, Kur’an ve Sünnet’i, helal ve haramı farklı anlayışımız değil, bu değerler karşısındaki tavrımızdır. Bunun ilk kıvılcımı ise Nizam-ı Âlem mefkûresi karşısında takınılan tavır olmuştur. Nizam-ı Âlem’i artık davamız olarak anlatmayacağız diyenler, aslında Nizam-ı Âlem’i inkâr etmemişler, ancak bundan sapmaları; kitlelerle buluşmanın önünde "kemiyet değil keyfiyet" anlayışından vazgeçmiş olmalarından kaynaklanmıştır. "Bizim İslâm’ın yayılması diye bir davamız yoktur, ancak yayılmasının karşısında da değiliz" diyenler ifadeden de anlaşılacağı üzere, İslâm’ın yayılmasına karşı oluştan değil, kitleleşmek adına keyfiyeti terk edip tavır değişikliğine gitmiş olmalarındandır. Bu tavır değişikliklerine karşı; "kemiyet değil keyfiyet" tavrından vazgeçmeyenler, Nizam-ı Âlem deklarasyonunu yayınlayarak, kendilerini Nizam-ı Âlem Ülkücüsü olarak adlandırmışlardır. İslâm’ı anlayış, kavrayış ve yaşayış farkımız ise, daha özelde Nizam-ı Âlem Ülkücülerinin farkı kendini Allah’ın (C.C.) yeryüzündeki nizamının kurucusu ve kollayıcısı, "fitne yeryüzünden kalkıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar" bozguncularla mücadelecisi, bulunduğu her yerde, her zeminde, kulun ve Allah’ın (C.C.) hakkını gözeten mânâsına gelen tavrı gösteren "CUNDALLAH", "Allah’ın (C.C.) Askeri" olması ile ancak ortaya çıkar.
 
  Bugün 5 ziyaretçi (12 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol